top of page
Ara

Zaman Denilen Şu Ne Menem Şey

Nerede başlar, nerede biter tam olarak zaman? Zaman eğer sadece şimdiyse. Geçmiş ve gelecek yoksa.

Bu sıralar okuduğum, izlediğim her şey zaman kavramıyla ilgili. Bir aydır peşimi bırakmıyor. Ankara’ya ziyaretim sırasında başlayan zaman kavramı üzerine düşüncelerim Sartre’nin Bulantı romanında devam ediyor. Beş yıl yaşadım Ankara’da, üniversite eğitimim dolayısıyla. En güzel yıllarımdan bir kaçını geçirdim, belki de en önemlilerini. Beni “ben” yapan anılar. On bir yıl sonra ziyaret edebildim kendisini. Anılar üzerime yığıldı tabii ilk gün. İnsan zihninde anılar biriktiriyor ve yaşanmışlıklar üzerinden var oluşunu sürdürüyor. Zamanı yaratan anıların toplamı mıdır?

Bu barda takılırdık, bu yolda yürürdük, şu durakta inerdik, o parkta kitap okurduk. On bir koca yıl boyunca Ankara anılarımda bulunan mekânlar; ziyaret ettiğimde aynı yerde, aynı tarzda, fakat zihnimde çok farklılar. Anılar üzerimden geçerken aynı anda kaybolmaya başladılar. Mekanlar bu kadar farklı geliyorsa yaşananlar acaba nasıldır? Benim anımla, anıyı yaşadığım kişi de, aynı şeyi, aynı şekilde mi canlandırıyor?


Jeanette Winterson’un Vişnenin Cinsiyeti kitabında zamanla ilgili çok sevdiğim bir bölümü var. Ankara dönüşü elime alıp okumaya başladığım kitap beni yine zaman kavramına götürdü.  


Zaman hakkında düşünmek, birbirine karşıt iki keskin bilgiyi doğrulamaktır: Dış yaşamımızı mevsimler ve saatler belirler; iç yaşamımızı belirleyen ise çok daha düzensiz bir şeydir-günlük zamanın buyruklarını kesip atan imgelem gücü, şimdinin ve buranın sınırlarını yok sayma özgürlüğünü tanır bize; saf zaman sarmalı içinde, yani, içerdiği ve içermediği her şeyle evrenin halkası boyunca bir şimşek gibi uçmamızı sağlar. Günlük zamanın kuralları dışına çıkıldığında, olmamak olmak kadar kesindir. Evrenin içerdiği her şeyden söz edemeyiz, çünkü öyle bir şey dediğimizde evrenin bitimli olduğunu belirtmemiz gerekir ki ispat edemesek de biliyoruz: Evren bitimsizdir. Bir an gelecek (tabii bir tek an olmayacak) bileceğiz (ama bilmek, var olmaktan farklı olmayacak artık) ki biz bütün karşılaştıklarımızın bir parçasıyız ve bütün karşılaştıklarımız zaten bizim bir parçamızmış. Zaman içinde bir ileri bir geri gittiğimiz düşler görüyoruz. Tabii, ileri ve geri sözcüklerini kullandığımızda düş mantığını yok ediyoruz çünkü bu sözcükler zamanın düz bir çizgiyi izlediğini varsayıyor, o zaman da hareket olmaz yalnızca ilerleme olur. Oysa biz zamanın içinde hareket etmiyoruz, zaman bizim içimizde hareket ediyor.


Ankara ziyaretim sonrası İstanbul’a döndüğümde rutin rotalarımdan birini gerçekleştirmek için yola çıkıyorum. İlk durağım Masumiyet Müzesi. Müzenin giriş katında yerde Aristocu zaman anlayışını simgeleyen 'zaman spirali' karşılıyor beni. Romanı okuduğum için hemen hatırlıyorum.


“Aristo Fizik’inde ‘şimdi’ dediğim tek tek anlar ile zaman arasında ayırım yapar. Tek tek anlar, tıpkı Aristo’nun atomları gibi bölünmez, parçalanmaz şeylerdir. Zaman ise bu bölünmez anları birleştiren çizgidir. Yaşadığım hayat, Zaman’ı yani Aristo’nun şimdi dediği anları birleştiren çizgiyi hatırlamanın çoğumuz için pek acı verici olduğunu bana öğretmiştir. Oysa, hayatı Aristo’nun Zaman’ı gibi bir çizgi olarak değil de, tek tek eşyaların hatırlattığı yoğun anların her biri olarak düşünmeyi öğrenirsek, sevgilimizin sofrasında sekiz yıl beklemek bize alay edilebilecek bir tuhaflık, bir saplantı gibi değil, Füsunların sofrasında geçirilmiş 1593 mutlu gece gibi gözükür. Füsun’un dokunduğu ve koleksiyonumu oluşturan irili ufaklı eşyaları, bu mutlu anları hatırlamak için sakladım ve tarihlendirdim.”

 

Müzeden çıkıp Versus Art’a geçiyorum. Oğuz Karakütük’ün küratörlüğünü üstlendiği Kendinin Avcısı  fotoğraf sergisinde de zaman kavramı ele alınmış ve beni sergiyi gezerken yakalıyor. Sergide gerçekliğe çok yakın ve çok uzak görüntülerle, yarattıkları muğlaklıklar üzerinden hem fotoğrafın gerçekliğini hem de gerçekliğin kendisini eş zamanlı olarak yeniden düşünmeye ve 19. yüzyıldan süregelen fotoğrafı bir tür özgürleştirmeye çalıştığı görülüyor.


Sergi sonrasında çağdaş dans performansını seyretmeye gittiğim Kabile Sahne’nin How Now Becomes Then adlı eserinde toplumsal ve bireysel zaman algımızı sorgulayan bir kesitinde yine zaman peşimde. Anılarımız, onları halıların altına süpürüşümüz ve onlarla nasıl mücadele edeceğimiz temaları perform ediliyor. Benim için on beş dakikalık performans iki saniye gibi bir sürede geçiyor fakat yanımda oturan kişi için ne kadar sürüyor?


Dans performansından sonra dönüş yolunda okumak için elime aldığım Iris Murdoch’un Sartre Romantik Rasyonolist adlı inceleme kitabında da buluyor beni.


Sartre’nin Bulantı adlı romanında, romanın kahramanı Antoine Roquentin yazdığı yapıtı ele alır. Marquis de Rollebon’un hayatıyla ilgilidir bu yapıt. Ne var ki, Roquentin’in belgelerden ve mektuplardan çıkarmaya çalıştığı bu hayat, Robellon’un yaşadığı gerçek hayat değildir. Roquentin, kendi geçmişini bile elinde tutamazken bir başkasının geçmişini nasıl olup da ortaya koyacağını düşünür. Gerçeği ansızın kavrar: Geçmiş diye bir şey yoktur aslında. İzler ve dış görünüşler vardır yalnız. Bunların arkasında başka bir şey aramaya kalkışmak boştur. Daha doğrusu var olan biricik şeyin şimdi olduğunu, yani kendi şimdisi olduğunu anlar. Peki, bu şimdi nedir? Şimdinin taşıyıcısı olan ve var oluşup giden “ben” belli-belirsiz bölük-pörçük düşüncelerin ve duyumların uzayıp duran maddesidir.

 

 Zaman bireyseldir ve aynı zamanda değildir. Ortak paydada buluşmamız, belli bir toplumsal veya evrensel düzeni sağlayabilmemiz için olan bir zaman kavramı vardır dış dünyada yaşayan, bir de kendi içimizde süregelen.


Winterson’un da yazdığı gibi “Eğer tüm zaman ebedi bir şimdiyse, bir şimdiden başka bir şimdiye geçmemizi ne engelleyebilir?”


Sanatla kalın.

Yasemin



 

 

bottom of page